12 Kasım 2009 Perşembe

AİLESİNİ ARAYAN YUNUS

Yeryüzünün tek hastalanmayan üyesi iken ben, bir ilki gerçekleştirdim. Ve kaldım geri ailemden. Unuttular gittiler beni. Ama yüze yüze bulurum onları. Şu sığ suyu geçip okyanusa açıldım mı, bu iş tamamdır… hele bir nefes almak için çıkayım bakalım dışarı; belki bir gören olmuştur bizimkileri…
Hah, işte bir Martı.
-Heyy heyy!! Martı kardeş selam sana,
Buralardan geçen bir Yunus ailesi gördün mü?

-Selam Yunus sana da, öyle çok acıkmıştım ki, bakmadım hiç sağa sola. Kusura bakma yardımcı olamıyorum sana.
-Neyse elbet bulacağım onları, ama o denli çok ses var ki etrafta duyamıyorlar beni. Şu koca koca gemilerin arasından hızla geçsem de sesimi duyursam bizimkilere. Özlemiştir şimdi annem beni.
-Aa evet sen şu göçebe olan Yunuslardansın. Tamam, hatırladım seni. Ailen sayesinde dün rahatça beslenmiştik. Seni çok aradılar ama dün boğazda çok gemi vardı. O yüzden seslerini duyamadın. Acele et, bugün yine kalabalık olacak buralar.
-Tamam boğazı geçince derin sulara doğru açılacağım. Hem bilirsin, oralarda daha hızlı hareket ederiz biz. Uzun mesafeden bile duyarız birbirimizi.
Martıyla vedalaşan Yunus hızla kendini suya vermiş. Denizin altı tüm güzelliği ile parlıyormuş. Aslında biraz korkuyormuş bizim küçük yunus ama diğer yandan da etrafıyla ilgilenmeden duramıyormuş. Nasılsa hızlı yüzüyorum, etrafa biraz bakınmamın bir sakıncası olmaz diye düşünmüş. Nede olsa bizim küçük yunus dünyaya geleli daha 1,5 yıl olmuş. Merakla incelmeye başlamış etrafı. Önce bir deniz yıldızı görmüş onunla sohbet etmiş. Arkasından kabuklu bir kapak görmüş. Burnuyla itmeye başlamış.
–Rahat bırak beni!!! diye bir ses gelmiş kabuktan.
Yanılıyorumdur diye düşünmüş bizim Yunus. Ama burnuyla ittikçe kabuğu ses devam etmiş konuşmaya
- Yaa Yunus yeter ittirme beni
.Yunus’cuk şaşırmış bu duruma.
-Niye şaşkınsın Yunus -demiş kabuk. -Hiç mi görmedin benim gibi bir deniz canlısı? Kabuğunu açıp Yunusa gülümsemiş İstiridye.
- İstirahattaydım söyle bakalım. Sen ne yapıyorsun burada? Yunusları tek göremeyiz buralarda…
-Evet sürümü kaybettim. Onları arıyorum- diye cevap vermiş bizim Yunus.
-Aa evet dün buradan telaşlı bir grup geçti. Konuşmalarını duydum. Üzgündüler yavrularını bulamadıkları için. Ama sen hala oyalanıyorsun. Bak açık sulardasın vakit geç olmadan düş derim yola.
-Doğru iz üzerinde olmanın mutluluğuyla bizim Yunus, vedalaşıp İstiridyeyle, çıkmış hemen yola.
Yüzmüş yüzmüş yüzmüş. Arada da seslenmeyi de ihmal etmiyormuş. Çok yorulmuş bizim Yunus dalmış bir ara uykuya. Uykusunda annesi ve diğerleri onun doğumunda ne kadar mutlu olduklarını görmüş. Dedesi yemek zamanı geldiğinde bile oyun oynamak istediğinde kıramıyormuş Yunus’u. Grubun gözbebeğiyken, bir dalgınlık anında nasıl olup da yalnız kaldığını anlamış. Ama annesi ve halasının sesini duymuş. Sanki yanında uyan artık çok şükür bulduk seni diyorlarmış. Tam hıçkırıp ağlayacakken, çenesinde bir sıcaklık hissetmiş bizim Küçük Yunus. Açmış gözlerini. Rüya değilmiş gördükleri. Annesi ve halası onu aramaya çıkmışlar ve bulmuşlar. Çok mutlu olmuş Yunus. Söz vermiş kendine ne kadar yorgun olursa olsun, haber vermeden onlardan geride kalmayacağına.

PİKA VE GELİNCİK

-Hey !!! Otçul git başımdan güneşimi engelliyorsun?
-Niye bana öyle dedin? Tavşan ailesinden geliyorum doğru, ama ne var arkadaş olsak, burada ki güneşten beraber yararlansak? Bak bu otları kurutacağım, kışın daha rahat beslenmek için, istersen sende yiyebilirsin.
-Var git otçul? İşim olmaz seninle, ben kendi yemeğimi bulurum kendim. Hem o küçücük kulaklarınla nasılda duyuyorsun beni?
-Kulaklarım iyi duyar benim.
-Aaa nerden geliyor sesin, hey otçul nasıl oldu da bir anda yok olup başka bir yerden çıktın?
Ee hızlıyımdır ben, ayrıca hareketli. Bak bu otlar çok lezzetli, yesene sende.
-İstemem dedim ya, ufaklık? Hem sen nasıl bir hayvansın anlamadım? Fare desen değilsin? Sincap desen değil? Tavşan desen diyemem, kuyruğun yok, kulaklarında çok küçük? Söyle bana nesin sen?
-Ben Pika’yım. Tavşan ailesinin en küçük ferdi. Hem bakma fareye benzediğime benim kadar hızlı koşamaz. Bilirsin ben zıplaya zıplaya ilerlerim, yürümem.
Ya demiş Gelincik,- Ne laftan anlamaz bir Pika’sın sen. Zorla arkadaşlı yaptın kendinle beni. Hem aslında severim ben senin etini.
-Gülmüş Pika, olur mu öyle?- demiş -Bu dağlarda, kavuklarda beraberce yaşamak, o güzelim sebzelerle beslenmek varken, niye yersin ki zaten benim etimi. Ayrıca duydum ki sen çok saldırganmışsın. Nedir seni böyle yapan?
-Doğam budur benim. Bilmez misin yazgılarını yeryüzünde kilerin. Kendim olmaya çabalıyorum yalnızca ve korumaya çalışıyorum kendimi gelecek olandan. Hem sen niye bu denli, zararsız ve barışçılsın anlamadım ben seni.
-Biz çok büyük bir aileyiz, severiz birbirimizi. Dostluk önemlidir ve grupça yaşamak. Dünyaya geldiğimizden beri budur bizim çizgimiz. Doğa bize bakarak mutluluk bulur. İnsanlar bize bakarak sevinirler. Hızı ve coşkuyu anlatırız neşeli ruhlara.
- De git başımdan demiş-Gelincik. -Senin hızın bile yetmez bana, istesem yiyiveririm seni buracıkta. Hem bilmez misin? Ağaca tırmanır, denizde bile yüzerim ben.
Gülmüş bizim Pika. -Demiş ben gidiyorum. Yarın otlarımı toplamaya arkadaşlarımla geleceğim.
Gelincik, şaşırmış. -Ayy allahım nasıl bir tavşandır bu? Bugün onu yemediğime şükretmiyor, yarın birde arkadaşlarını getirecekmiş?
Ertesi günü, öğle saatlerinde tekrar aynı kayalığın üzerinde bizim Gelincik pusuya yatmış. –Bakalım gelecek mi bizim Pika, gerçekten bu denli saf mı ya da arkadaş canlısı mı diye düşünmüş. Kısa bir zaman sonra bakmış, kuzu melemesi gibi bir ses ve ardından bir grup Pika, hoplaya zıplaya gelmişler kayanın üzerine. Aman bir neşe ki aralarında sorma gitsin. Güle oynaya uzanmışlar kayanın üzerine önce güneşlenmişler. Sonra kalkıp ayaklarının üzerine el birliği ile kuruyan bitkileri toplamaya başlamışlar. Bizim gelincik şaşırmış bu işbirliğine. Kendi yuvası gelmiş aklına, çocuklarını ilk doğurduğunda eşiyle onları beraberce besledikleri günü düşünmüş. Hüzünle karışık bir sevgi sarmış içini.
Bağırmış arkalarından- Heyy Pika!! Pika!! Beni de alın aranıza. Siz nasıl ki yaşarsınız toprak altında, bende yaşarım orada. Hem korurum sizi, anladım ben barışı ve kardeşliği beni de alın aranıza Pika!!! -diye.
Pika dönmüş gelinciğe ve kalkmış ayaklarının üzerine- Gel tabii ki güzel gelincik. Tabiatına aykırı bu durum senin, ama değişmek elbet bizim elimizde.

EZEL İLE EBED

Masadayım, oturuyoruz. Karşımda bir çift siyah göz, konuşuyor sanki, anlatıyor bana beni. Nereden geldiğimi? Nerede olduğumu? Nereye gittiğimi? Bende oturmuş karşısına bu siyah gözü dinliyorum. Anlatanın dinginliğinden midir? Gözün güzelliğinden midir bilmiyorum? Ama karşımdakini dinledikçe evrenin kapısından içeri doğru süzülüp, oradan boşluğa, o sınırsız derinliğe doğru usulca kayıyor gibiyim. Bu boşluk korkutmuyor, tam tersi sarıyor beni ve güvende olduğumu hissediyorum. Ayaklarım basacak yer bulamıyor. Oboşluğun bir parçası gibiyim. Kendimi bütünlemeye gelmişim gibi.Burayı evvelden beri bilirmişim gibi. Evim gibi, doğduğum yer gibi. Birden bir şey oluyor, karşımdakinin sesinin tonunun değişikliğimi bu emin değilim. Ama yukarı doğru hızla yükselmeye başlıyorum. Başım ileride, kollarım iki yanımda, sanki ayaklarımın altında bir roketle yukarı doğru, çıktıkça çıkıyorum Sema’ya. Burada heryer aydınlık, tanıdık bir duygu kaplıyor içimi. Aşağıdaki gibi hiçlik, boşluk duygusu değil bu. Aydınlıkta, semada neşe ve enerji var. Demek güzellik böyle bir şeymiş diye düşünüyorum. Birden karşımda ki susuyor ve ben o bir çift gözden çıkıyorum dışarı. Kendime geliyorum. Evvelde boşluktaymışım, ebed’te aydınlıkta. İkisi de güzel, ikisi de huzurlu. Ama ebed in ışığı, hiçbir şeye benzemiyor.

11 Kasım 2009 Çarşamba

KLARNET

Almasını bilene nede çok ders vardır şu klarnetin sesinde,
İçini dökmesini açmasını bilene nelerde söyler.
Şu klarnet’in sesi, bizi bizden götürmeden gidemez miyiz başka alemlere?
Eyy klarnet kimler ne feyzler aldı senden söyle?
Söyle; içini dert ve tasayla kim doldurdu?
Kimlere umut oldun, kimlere yol arkadaşı?
Kimler eşliğinde kaldırdı kadehlerini söyle?
Kaderin bu muydu senin?
Seni yaratan dert arkadaşı olarak mı verdi insanlara?
Neşe nerede klarnet söyle?
Bunca gam tasa varken söyle bana klarnet niye hüzne ortak edersin kendini?

SEÇİYORUM

Şu an itibariyle ben,
Tamda şuan kendim olmayı seçiyorum.
Tüm yargılarımdan ve geçmişimden kurtulup,
Kendimi deney imlemeyi seçiyorum.
Başlayan yeni günü kucaklamayı,
Kendimi sevmeyi seçiyorum.
Kendimden kaçamayacağımı anladım. Kendimi kabullenmeyi seçiyorum. Yaratıyorum, veçhemi ve içimdeki en güzeli.
Kendimle bütünleşmeyi seçiyorum.
Ve seviyorum kendimi.
Bu aleme ben, beni sevmeye geldim ve kendimi tanımayı.
Tüm bildiklerimden kurtulup kendim olmayı seçiyorum.
Yolumu açmayı seçiyorum. Ve Kendimi tanımayı.
Ve biliyorum her doğan günde başka bir umut başka bir yaşam var. Ve şükrediyorum yaşama ve kendime. Bana ben olma Şansı veren ‘’YARADAN’’a
Bugün ben, bugün özelikle ben olmayı seçiyorum. Kapılarımı gelene sınırsızca açmayı seçiyorum.
Biliyorum ki olan benim hayrıma. Olan bana, benden dost.
Ve şükrediyorum her yeni doğan güne.
Bugün özellikle bugün ben, beni seçiyorum.
Beni, takdir edip beni kucaklamayı ve sevmeyi seçiyorum.

PİRENİN BERBERLİK HİKAYESİ

Evvel zaman içinde, kambur zaman dışında. Develer tellal, pireler daha o zaman berber değilken, ormanın birinde aslanın yelesinin kesilmeye ihtiyacı olmuş. Ormanda ki hayvanlar toplanmışlar bir araya, demişler bu mühim görevi kime versek? Geyik atılmış ortaya, ben hızlı koşarım ama bilirsiniz, aslanla aramdakini, sever benim etimi. Bir yanlış yaparsam oracıkta yiyiverir beni. O yüzden bu görev bana olmaz, ama hızlı koşan tavşan var, o olsun derim ben. Tavşan düşünmüş taşınmış, sonra başlamış konuşmaya, demiş evet hızlı koşarım koşmasına da, valla ben daha bir adım atmadan aslan tek hamlede yakalayıp yiyiverir beni. Fil var demiş benden iri, hem o daha kuvvetli. Fil düşünmüş taşınmış. Başlamış konuşmaya, aslan beğenmezse yellerinin kesimini alırım alimallah ayaklarımın altına onu. Kalırız ormanda kralsız, olmaz bu iş. Baykuş dayanamamış, ormanın bilgesi. Tamam demiş ben buldum. Bu görev pirenin. Gülmeye başlamış ormanın ahalisi. Nasıl olur bu iş? Koskoca filin yapamadığını, şu şuncağız piremi yapacak? Baykuş atılmış ileri, demiş aslan beğenmese de yellerinin kesimini o pireyi bulana kadar, pire kaçar kurtulur. Bu işte zararsız ziyansız tamamlanır. Ve tüm orman halkı pirede karar kılmış. İşte böyle başlamış bizim pirenin berber olma hikayesi.

MAHZUP

Açtım kapıyı, girdim handan içeri
Gördü gözüm bende, beni.
Gönlümün sözünde,
Yabancının dilinde,
Yüreğimin içinde
Hep sen vardın.
Çaldım hanın kapısını
Geçtim içeri
Bulmaktı umudum
O küçücük yerde seni.
Çokça yol gelmiş,
Fazlaca emek sarfetmiştim.
Karşımda bir kadı
Güldü yüzüme.
Dedi niye geldin?
Dedim cevaplar sendeymiş!
Şu küçücük odanda,
Verirmişsin isteyene cavabını.
Kadı güldü, baktı bana.
Benim verilecek dersim sana şudur
Hele bir yolu anlat bana?
Hoca dedim ey hoca!!!
Dalgamı geçersin şu mahzup la?
Soranlara dedim bir derdim var,
Dediler orda bir hoca var.
Koş git ona..
Hoca; hoca 4 gündür yoldayım senin için,
Bakar mıyım hiç sağa sola!!!!
Hoca güldü bana,
-Ey mahzup dedi
Amaç gidilen yoldur,
Varılan yer değil.
Bu işin kestirmesi olmaz
Geldiğin yere dön,
Ve tekrar gel bana.
Kendin olarak inancınla gel,
Yolu unutarak değil, fark ederek gel.
Mahzup atmış atının terkesine heybesini,
Çıkmış yola.
Ve anlamış ki hoca moca hikaye:)

SEVEBİLİR MİSİN KENDİNİ?

Yaşamın ardı gibidir, bir kavga sonrası. Ne olduğunu görürsün kendinin ve ne olamadığını. O sözcükleri söyleyen kimdir, sen değilsen? Birden kaçıp gitmek istersin kendinden. Nedensiz nedenlerin olur, genlerinden gelen. Zaman sanki o anda kilitlenip kalmıştır. İçinde söylemiş olduklarının yarası. Deliliğe vurursun, aman be dersin. Kadere veryansın edersin. Varmış yazgımda neylersin dersin. Oysa bilir için, gerçeği. Herkesi kandırırsında, yalnız kandıramazsın kendini. İçin acırken gülersin. Acıyı bile gülerek geçiştirirsin. E böyledir adet nede olsa. Ne mutluluklarını avazın çıktığı kadar bağırarak kutlarsın, ne acılarını kendini hırpalarcasına yaşarsın. Yüzünde mahzup bir gülümseme dolaşırsın etrafta. Yüzünü gören anlamaz, ama gözünün içine bakan o hüznü anlar elbet. Acı ile beslenmeyi hak bellemişsen, elbet acı gelecektir. Senelerdir aynısındır, değişmez yüzün bile. Aynı kalmak için onca çabalamanın sonucunda, değişmediğin için kızarsın aslında kendine. Binalar ve yollar bile farklıdır doğduğundan beri, oysa sen, sen ayna da hep aynı kişi. İsyanın kendinedir aslında, gelmeyene değil. Sonra geçsin istersin o gün, gider yatarsın. Sabah kalktığında ise daha bir sinirlisindir. Sanki beslemiştir uykuyu acı. Yüreğinde söylemiş olduğun sözlerin ağırlığıyla yürümeye çalışırsın. Gelen yeni günü kucaklamaya çalışırsın, yüzün güleç, gönlün kırgın. Ne güzel hiç mi sinirlenmezsin sen derler sana. Hayat sana güzel derler. Yüze takılıp kalanlar böyle derler. Sen ne dersin? Bakar mısın aynaya? Hazır mısın peki kendine? Kendin ile yüzleşmeye? Kızdığın kimdir aslında? Öfkeni perçinleyen karşında ki midir gerçekte? Kendini bilmeyen nasıl bilebilir karşındakini? Peki ya sevmeyen kendini, sevebilir mi bir diğerini?

VE KADIN..

Ve kadın gördü; kendi veçhesini erkeğinde. Nicedir özlediğim budur diye sarıldı karşısındakine. Erkek te sevdi kadını, gördü onda kendisini. Ve o asırlardır insanlar arasında ki en büyük tutku olan aşk başladı . Kadın özlemim buydu nicedir diye düşündü, erkekse gücümü geri kazandım dedi. Aylar geçti aradan, bir gün kadın mutfakta kereviz pişirirken buldu kendini. Eteklerine yapışmış bir çocuk vardı yanında. Kaç buradan, kaç kurtul diyordu kendine. Doğramış olduğu sebzeye baktı kadın, bu kerevizin ne işi vardı elinde ve bu mutfakta niye bulunuyordu? Oturup hayatı sorgulaması gerekirken, ne yapıyorum diye düşündü. Küçük kız peşindeydi. Hadi kaçalım buradan, kimse gelmeden gidelim diyordu. Ve kadın hiç bir şey anlamıyordu. Banyoya girdi, aynada ki kadın da kimdi böyle, saçı başı dağınık, üzerinde eteğin ve o soluk bluzun ne işi vardı. Hayır, hayır biri büyü yapmış olmalıydı ona. Hatırlamadığına göre bunca şeyi. Ya da bu rüya olmalıydı. Saçlarının dip boyaları bile gelmişti. Aynada ki kadın ne kadar da bakımsız ve kendinden geçmiş gözüküyordu. Çıktı banyodan, yürüdü koridorda. Bir oda buldu evin içinde, daldı odaya, yatak odasıydı bu belli. Ama o saten çarşafların ne işi vardı yatakta, hem de balköpüğü. Ya bunlarda kim uyur ki? Bu evdekiler akıllarını kaçırmışlar diye düşündü. Çıktı hemen oradan, sol tarafında geniş bir oda vardı, belli ki salondu burası. Her şey ne kadarda düzenli ve olması gerektiği gibi diye “düşündü bu evde. Ama bir şeyler eksikti. Evin ruhu yoktu sanki. Salonda mum bile yoktu. Yapay bir çiçek kokusu geliyordu burnuna. Her şey sahteydi sanki bu evde. Küçük kız, eteğini biraz daha çekiştirdi hadi ama gelmeden gidelim kaçalım diyordu hala. Neden kaçacaktı ki, hem nasılsa bu bir rüyaydı, uyanacaktı az sonra. Elinde ki bıçağı fark etti. Döndü mutfağa ve döndü kendine. Neredeydi? Nasıl başlamıştı ki bu rüyaya. Onun rüyalarını uçmakla ilgiliydi, ya da yazı yazarken görürdü kendini daha çok. Perdeyi çekip camdan dışarı baktı. Kırmızı arabası gözükmüyordu kapıda. Bahçede ki düzen, midesini ağzına getirdi kadının. Her taraf çim kaplıydı. Ya bu insanlar ne kadarda renksiz böyle diye düşündü. İnsan istemez mi rengârenk bir bahçe, gölgesi altında oturabileceği bir erguvan. Bahçenin ilerisinde geniş yapılı parmaklıkları gördü, üzeri çıplak olan parmaklıkları. Bir erkek hâkim olmalı bu eve diye düşündü. Dışarı kapalı, hatta kendine bile kapalı bir erkek. Tekrar çekildiğini hissetti eteğinin, başını çevirince yanına doğru küçük kızın korkmuş gözleriyle karşılaştı. -Hadi ama hadi -diyordu. Hem kimdi bu kız ve ne istiyordu kendinden. Bir kez daha baktı ufaklığa, ne kadarda kendine benziyordu bu çocuk. Gözüne başka bir zamandan bir fotoğraf geldi, annesinin o dalgın hallerini anımsadı kadın. Eteğine yapışırdı annesinin, oysa annesi her daim meşgul ve ev işleriyle uğraşırdı. Onu anımsadı. Kaç yıl olmuştu, annesiyle görüşmeyeli. Kızgınlığı geçmemişti ona. En son beraber yedikleri bir yemekte, ne zaman evleneceksin sorusundan sonra masayı terk ettiğini ve görüşmediklerini hatırladı kadın. Babası, babası zaten öleli çok zaman olmuştu. Tek çocuk olmanın verdiği o şımarık günlerini anımsadı. Annesine duyduğu öfke rüyasına yansımış olmalıydı. Evin düzeniyle olan ilişkisi, kendini boşverip hep başkalarını düşünmesi, babasına duyduğu o inanılmaz bağımlılığı. İçi sıkıldı kadının. O günleri anımsamak hoşuna gitmemişti. Artık uyanmıştı ve kalkmıştı yataktan. Oh ne güzel diye düşündü, pijamalarına bakarken. Burnuna amber kokusu geldi, odada dolaşırken. Dolaşmıyordu aslında volta atıyordu, sinirliydi kendine. Olanı anlamaya çalışıyordu. Neydi ki şimdi bu? Görecek başka bir rüya kalmamıştı da çocukluğunu mu görmüştü? Hem de rüyasında kendini annesi olarak. Saat 10.00 olmuştu, yola çıkması gerekiyordu artık. Ama gidesi yoktu hiçbir yere. Bugünü kendiyle baş başa kalarak geçirmek istediğini fark etti. Aradı iş yerini, bugün unutun beni. Gelemiyorum. Yeni kampanya için bir slogan buldum, üzerine çalışmam gerek -dedi.- Tamam -dedi karşıda ki ses. 5 senedir beraber çalışıyorlardı, tanımıştı artık kendisini. Büyük bir ohhh çekerek, o harika salonuna geçti. Evet, yemek masası yoktu çocukluk günlerine inat. Buzdolabına gitti, niyeyse bugün kendini aç hissediyordu. Çocukluk günlerinin yansıması olmalıydı bu. Ama tabii boştu buzdolabı. Yemek yapmayı da, evinde yemek yapılmasını da sevmezdi. Düzene duyduğu öfke aslında, annesine duyduğu öfkeydi. Ve onun gibi olmama savaşı verdiğinin kanıtıydı düzensiz olması, erkek egemenliğine girip kendini kaybetmeme isteğiydi yalnızlığı. Çocukluğunda ettiği yeminini hatırladı. Kimse ama kimse bir daha ona kendini bu kadar önemsiz hissettiremeyecekti. Kendini adamayacaktı bir erkeğe annesi gibi. Ve onun gibi zayıf olmayacaktı asla. Kızgınlığı annesine miydi? Yoksa kendisine miydi? Aslında bundan emin olamıyordu. Birden niye geçmişe döndüğünü anladı. Elinde bir yüzük vardı. Evet ya, dün akşam sevdiği adam ona evlenme teklifi etmişti. Yüzüğü korkarak alıp, hadi kalkalım demişti yemekten. Ertesi günü önemli bir toplantısı olduğunu iddia edip, çabucak eve gelmişti. İlk defa evlenme teklifi alıyordu, genelde terk edilirdi, ya da terk ettirirdi kendini. Ama bu sefer gitmemişti karşında ki. Ve içten içe onun gitmemesi için dua ediyordu. Rüyası da buna delaletti aslında. İlgi isteyen, aradığı ilgiyi ailesinden bulamayan küçük kız kendisiydi ve o anne de kendi korktuğu geleceğiydi. Korkuları ayyuka çıkmıştı işte. Bir gün bu olacaktı belliydi. Umduğundan daha çabuk olmuştu olanlar yalnızca. Annesinin yılgın kendinden geçmiş bakışları gelmişti. Aramak ve konuşmak istedi, sesini özlemişti annesinin. –anne; -evet. Nasılsın?
İyiyim sen?- Sağ ol. Anne babamı sevmekten hiç pişman oldun mu? Böyle bir soru senelerdir görmediğin bir insana nasıl sorulurdu Kİ?
Aklına Pazar kahvaltıları geldi. Annesinin babasına bakarken ki yüzü. Bu tabloda annesi mutlu görünüyordu. Babasının annesine bakışı geldi sonra aklına. O bakışta öyle bir sevgi vardı ki, öylesi bir sahiplenme, imrendi kadın. Belki de annesi böyle mutluydu. Kendini adayarak babasına, güçsüz görünen ama aslında ne istediğini çok iyi bilen bir kadındı annesi. Belki o yüzden hiç şikâyetçi olmamıştı halinden. Oysa gençlik yıllarında ve çocukluğunda bu görüntüler onun için ne kadarda ahvaldi. Peki ne değişmişti şimdi? Aynı olaylar ama, niye daha farklı görüyordu şimdi gözüne?
Anladı kadın, sevginin gücünü. Fedakârlığın ne olduğunu. Bunca yıldır kızdığı annesinin ne denli güçlü olduğunu. Aradı annesini ve özür diledi, senelerdir onu yanlış anladığı için. Ve dedi ki anne, evleniyorum ben, seninde yanımda olmanı istiyorum. Ve annesi o her zaman güçsüz gördüğü kadın, tüm samimiyetiyle ve içtenliğiyle tabii kızım gelirim dedi.

GİDECEKSEN

Gideceksende gitme
Gidersen gündüzüm gece olur,
Bilirim vakit yakın, mevsimlerden kış gelmekte.
Ama sen gitme.
Yolculuk vaktin geldi anlarım,
Duramazsın buralarda.
Çağırır seni uzaklar görürüm,
Ama sen gitme.
Başka yaşamlarda yola düşmek istersin,
Bilinmeyenin gizemi çeker seni gitmek istersin,
Söyleyemez anlaşılmayı beklersin
Ama sen gitme, sakın sen gitme.
Buralar bana dar,
Yolum yoluna çıkar
Gönlüm yüzüne
Sakın sen gitme.
Baharı bekle
Gitmek gerekse eğer,
Biraz daha dur
Ben giderim sen acele etme.
Dur, dur bekle!!!
Diyeceklerim var sana,
Uzun yola çıkma, hele bir bekle.
Geçsin bahar, geçsin yaz.
Geçsin sana olan özlemim hele,
Gideceksen öyle git.
Hem ,Yalan dedim sana ben.
Gideceksen de sakın gitme.

8 Kasım 2009 Pazar

KÜÇÜK ÇOCUK

Tam zamanında gitmiştim randevuya. Benden önce gelenlerin işi uzamış, benim randevu saatim sarkmıştı. Bahçede oturmuş elimde bir kitap, güzel havanın tadını çıkartıyordum. Bulunduğum masaya bir çocuk oturdu. Pek yaptığım bir şey olmamakla beraber, konuşmak istedim çocukla. Bilgiç bilgiç cevap veriyordu sorularıma. Adı Çelikmiş, oysa bedeni narin ve kırılgan gözüküyordu. Arada kekeleyerek cevap veriyordu sorularıma.
Dedim yaşın kaç bakayım senin?
Dedi ben bilmem.
Ee dedim sen bilmezsen kim bilir?
Dedi ananem bilir.
Sor bakalım yaşın kaçmış ?dedim.
Anane yaşım kaç benim?- dedi, -sonra döndü ve o koca gözleriyle 4.5 muşum ben dedi.
Anaokuluna gidiyor musun sen bakayım? -dedim.
Yok, ben onu bitireli çok oldu, artık ‘’Baba okulundayım’’ -dedi.
Çocuk ya, güldüm bende cevaba. Sonrasında kalktılar masadan. Onlar giderken içim ezildi sanki. Gitme Çelik biraz daha kal diyecektim neredeyse. Hocayla çalışmayı girdik. Sonrasında, dayanamadım sordum kadına.
-O bahçe deki çocuk dedim?
-Ha o mu!!! Babasıyla sorunları varda, o yüzden burada.

EKİM-DİKİM



Arazimizi parsellere ayırdık. Artık her sınıfın kendine ait küçükte olsa bir yeri var. Hepsi kendine ait yeri öğrenip, tanımak için dışarı çıktı.
VE
Buraya karar verdik:)

Şimdi geldi sıra toprağı işlemeye. Ee kolay mı sebze yetiştirmek
Bakalım ilk kim toprak hazırlığına başlamak isteyecek.?
Toprak hazırlığı öyle çabucak bitmiyor tabii ki. Yerlerimizi tespit ettik, başka bir gün, toprağımızı belleyip, tırmıklardık. Ve işte toprağımız hazır.
Aferin kızlar size!!!…

Sıra geldi ekime, hadi bakalım ne ekeceğiz. Aman grip var iyisimi çocuklar, soğan dikelim bol bol C vitamini içeren. Hem domuz gribi, kokusundan dolayı gelemiyormuş:)


Ve soğanlar alanımızla buluşuyor. Hadi hayırlı olsun diyelim hep beraber...



TOPRAK

Şimdi bir düşünelim hep beraber, şuan nerede yaşıyoruz?
-Evimizde.
-Peki evinmiz neyin üzerinde?
-Alt katın.
-Peki alt katın altında ne var?
-Temel.
-Peki onun altında?
-Toprak.
Harikasınız çocuklar…..

-Peki, herkes üzerindekine bir dokunsun bakalım. Dokunun çocuklar giysilerinize.
-Bu pamuklu, peki pamuğu nerden elde ediyoruz?
-Topraktan.
-Peki, senin ki yünlü. Yünü nerden elde ediyoruz?
-Koyundan.
-Peki koyun, neyle besleniyor?
-Otla
-Peki ot nerde yaşıyor?
-Toprakta.
Harikasınız çocuklar…..gelelim, o zaman yiyeceklerimize;
Sebzeler nerde yetişiyor?
-Toprakta
-Meyve ağaçları nerede yetişiyor?
-Toprakta.
Nefes aldığımız oksijeni kim sağlar?
-Ağaçlar
-Ağaç nereden beslenir?
-Topraktan
O zaman toprak bizim için önemli mi?
-Evettttt…..

Hadi gidelim ve toprağımızı tanıyalım, dokunalım ona, teşekkür edelim hep beraber, bize sağladığı onca olanak için

HAVUÇ


Anaokulunda öğrencilerle sebzeleri ve yararlarını tanıyoruz. Onların en iyi tanıma yöntemi, deneme. Önce ellerine alacaklar, dokunacaklar, tadına varacaklar, koklayacaklar yani tüm duyu organlarını kullanacaklar. Havucu kestiğimizde, içinde ki yuvarlakların göze benzediklerini görüyorlar ve benzeştirme yoluyla evet bu göze iyi geliri öğreniyorlar. Sıra tadına bakmaya geliyor, havucu kesmek kolay iş değil.
Heyyy!!! Havuçlar buraya gelin doğrayacağım sizi:)
Tabakta iyice bir mücadeleye giriyorlar havuçla, neyse başarıyla kestikleri havuçların tatlarına bakmayı da ihmal etmiyorlar. Sonra bu havuçları kavanozlara koyuyoruz, üzerine tuz, su ve sirkeyle onları beraberce turşuya dönüştürüyoruz.
Heyy!!! Bakın bakın, havuç ellerimden büyük benim:)
Küçükler oldukça memnun hayatlarından.- Eee kolay mı? Havucu tanıdılar, hem de tüm duyu organlarıyla.

BABA-OĞUL

Sordu çocuk babasına;
-''Baba nedir sevgi ?''diye?
Şaşırdı baba bu söze,
-''Sevgi....Sevgi bizi birbirimize bağlayan şeydir ''dedi.
Çocuk ;
-Peki baba, o zaman niye ayrısınız annemle?
Baba ne diyeceğini bilemez bir halde, biraz da şaşkınca cevapladı soruyu,
-Dinle yavrum, ayrılık senin düşündüğün gibi birbirini sevmeme durumu değil aslında. Bazen.. bazen insanların yaşamda yolları ayrılır. Öğrenecek bir şeyleri kalmamıştır birbirilerinden ve bambaşka yönlere giderler.
- ''Niye baba ? Niye kalmadı birbirinizden öğrenecek şeyiniz? Hem bu kadar önemli mi ki öğrenmek? Yaşam bir tek bunun üzerine mi kurulu? Baba sev annemi tekrardan.''
Babası üzgündür artık, yüzü önde cevap vermeye çalışır.
-Bak oğlum, bir gün, yani büyünce, o zaman sen bazen insanların birbirini sevdiği için, veda etmesi gerektiğini öğreneceksin. Sevmek bazen oğlum, karşındakini özgür bırakmaktır. Onun mutluluğunu kendinin mutluluğundan daha çok istemektir.
-O zaman ben, seni asla sevmeyeceğim baba. Sen beni bırakıp gitmek zorunda kalma diye...

YOL

Topraklı bir yoldur yürüdüğüm,
Asfalt bilmem ben.
Güneşi gördüm mü kaçarım,
Ay sevenlerdenim ben.
Dilinde laf bitmezi anlamam,
Konuşmayı sevmeyenlerdenim ben.
Laftan sözden anlamam,
Kadir kıymet bilenlerdenim ben.
Süsten püsten anlamam,
Aynı hırkayı üstünde taşıyanlardanım ben

EY DELİ

Gittiğinde kıştı.
Her yer kar tabakası.
Kar örtermiş kötülükleri
Oysa bende,
Yoğun bir yalnızlık ve suçluluk duygusu.
Doğduğum mevsime yakındı gidişin.
Sensizlik ve seni artık göremeyecek olmanın buruk tadı.
Gittiğinde kıştı.
Her yer soğuk, toprakta ölüm kokusu.
Gittiğinde her yer karanlıktı, en karanlığı ise yüreğim.
O soğuk kış gününden sonra, ben artık hiç eski ben olamadım.
Geldin bir bahar tekrar geri.
Niye gittin diye sormadı sana bu çocuk kalbim.
Nerelerdeydin diyemedi bunca zaman.
Yokluğunu bile anlatamadı sana.
Geldin bana tekrar geri,
Niye geldin bilemedim geri.
Ben eski ben değilim
Kalbim hala o soğuk ve karlı kış günü.
Niye geldin bana geri??
Sanır mısın unuttum o günleri?
Sanır mısın söyle bana ey deli?
Ben artık ben bile değilken, sevebilir miyim gene seni?

3 Kasım 2009 Salı

ASLINDA

Yaşama başka yerlerden baksak da,
Yan yana hayatlar yaşayamasak da,
Her doğan günü farklı kucaklasak da,
Rengimiz, dilimiz VE inancımızın ötesinde
BİRİZ aslında.
Duyup da göremediğimiz,
Görüp te dokunamadığımız,
Dokunup da anlayamadıklarımızın ötesinde
BİRİZ aslında.
Geçmişten gelip, ebede giden yolda,
Anladıklarımızla,
Farkındalığımızla
Farklılıklarımızla,
Biz BİRİZ aslında.
Bir bebeğin yaşama gülüşünde,
Bir yaşlının ölümünde,
Secdeye giderken alnımız,
Yaradan’a yalvardığımızda
Biz BİRİZ aslında.
Ne kadar ayrı gözüksek de
Özde VE o güzel yerde
Hepimiz BİRİZ aslında.

SAÇLARIM

Yazın o sıcak ve bol nemli günlerinde, güneşin altında oldukça uzun ve yorucu saatler geçirdim. Bandana bağlayıp, kafamın tepe kısmını korumaya çalışarak, toprakla haşır neşir, yabani ot temizliği, çapa, sulama derken; tenimin ne denli koyulaştığını çokta anlayamadım. Saçlarım tenim gibi siyahtır aslında. Ancak geçen gün öğrenciler saçlarımı, omuzlarıma salmış bir şekilde gördüler. Dersi anlatıyorum ama kimse dinlemiyor. Neyse sonunda bir el kalktı. Ya hocam bir şey soracağım size?
_Evet
_Hocam ya sizin saçlarınız ne renk?
Biz anlayamadık.
Siyah desek değil
Kızıl desek hiç değil
Sarıyla alakası yok
Bu nasıl bir renktir?
Çok güldüm. Yazın o kadar çok uğraşmışım ki toprakla, saçlarım bile toprak rengi olmuş. Hem de en doğalından…

KOCA BİR ŞAPLAK

Bilinçaltımızı yenmeye geldiğimize inanıyorum bu yaşama. Hani doğuyoruz ya tertemiz, sonrasında bir sürü şey öğrenmek için çabalıyoruz, işte öğrenirken yaşadığımız acılar ve korkular depolanıyor ya bir yere, sonra ki aşama, kendi kendimize oluşturduğumuz o çöplükleri temizlemek. Yaşam gerçekten enteresan. Herkes doğduğunda poposuna yediği bir şaplakla hayata başlıyor ve arkasından ilk nefesle yaşama merhaba diyor. Düşünün anne rahminin o güvenli ortamından dar boğaza doğru kayıyorsunuz, ışığı görüp ona doğru yönelmek ve karanlığı geçmek oluyor tüm amacınız. Tam ışığa varınca, birden biri tepetaklak çeviriyor sizi, aman tanrım oda neee??? Etrafınızda bir sürü varlık size bakıyorken, hoppp birde üzerine koca bir şaplak, popoya. Bunun için miydi tanrım diyorsunuz? Işığı geçmek için onca çabalamam, derken ilk nefes ve arkasından ciğerlerinizden kopup gelen derin bir çığlık. İşte çoğumuz bu aşamada, bu travmada takılıp kalıyoruz aslında. Onca çabam insanların, beni ters yüz edip, hırpalaması için miydi diye düşünsek, haksızda sayılmayız aslında. Belki de insanın her çabasının arkasında kendini sabote etmesinin nedeni ,bu travmadır. Yaptığımız bir iyiliğin karşılıksız kalması, sevgi yerine hoşgörüsüzlük görmemiz belki iyi olamayana duyulan inançtır:)
Ya da ben böyle düşünmek istiyorum.
Bilmediğimiz yerlere gidişten korkmamız,
Denizde fazla açılamamız,
Aman zaten benim de başıma iyi bir şey gelmez ki deyişimiz,
Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla doludur diye düşünmemiz,
Hımmm ..bakalım bu kadar iyi gidiyor, ama altından kim bilir neler çıkacak dememiz.
Ee çokta yadsımamak lazım bu durumu, ilk karşılanma şeklimiz nede olsa koca bir şaplak:)
Oysa bu şaplak; o kadar hayati ki bizim için. Farkına varınca, o travma geçince,- çok şükür -diyoruz. Doktor en doğrusunu yapmış.
Belki de şimdi kızdığımız insanlar, bizi üzen durumlarda içinde bu böyle. Belki de yaşadıklarımız başka bir yaşama açılmak için bize sunulan birer hediye aslında.
Belki, başka bir yolculuğa çıkmak lazım. Önce egodan kurutulup, olmadı onu da yanımıza alıp, mutlulukla, huzurla, güvenle yaşamı kucaklamak gerek. Korkacak bir şey yok. Eğer o doktor olmasaydı ve o koca şaplak, biz bugünleri göremeyecektik, bunun bilinciyle yola devam etmek lazım….

GÖRÜNÜMÜN ARDI

GÖRÜNÜMÜN ARDI
Ormana girdiğimizde devasa ağaçlar, çalılar ve çimenlerin iç içe geçmiş düzeni ilk bakışta bizi rahatsız eder. Çünkü insan beyni, el yapımı düzene alışıktır. Korteksimiz bize önce her şey karmaşık diye uyarı verir. Sakinliğimizi koruyabilirsek şayet, bu karmaşıklığın altında müthiş bir dengenin ve dönüşümün olduğunu görebiliriz. Bu düzensizlik içinde aslında her şey birbiriyle müthiş bir uyum içindedir, görmesini bilen gözler için.
Kastamonu’ya ilk gidişim değildi aslında, ancak Azdavay’ı ilk kez görecektim. Uyumak yerine etrafa bakmayı tercih ettim. Aman tanrım oda ne, yolda devasa ağaçlar. E ben bu ağaçları biliyorum ama bunlar bunlar çok farklı. Bildiğimin ötesinde gerçekler. Kendi doğal ortamlarında ne denlide heybetliler. Uludağ Göknarları doğal yayılışlarını burada yaparken, boyları 65m’yi buluyor. Yeşili gördüğüm hiçbir yeşile benzemiyor. O denli yumuşak, o denli yeşil ki hiçbir fotoğraf hiçbir boya yansıtamaz bu güzelliği diye düşünüyorum. Arabadan inip yanlarına gidince heybetleri ve ululukları karşısında gönül gözüm açılıyor. Kafamı kaldırıp bakıyorum ama ucu bucağı yok. Sanki tanrıya semada bir huşu içinde, kendilerinin farkında gibiler. Aralarında ilerliyorum. Burada aldığım nefes farklı bir nefes. Yaşadığımı ilk defa hisseder gibiyim. İlerliyorum ormanın içinde, kayalar yeşille dost, ağaçların üzeri liken kaplı. Yerde mantarlar, etraftan hışır hışır sesler geliyor. Tabiatın kendi dengesinde her şey ne denlide uyumlu ya da hiçbir ağaç şikayetçi değil üzerinde liken olmasından Göremesem de toprağın altının başka yaşam formlarıyla kaplı olduğunu biliyorum. Karıncalar, sürüngenler kendilerine ait evlerde yaşamlarını sürdürüyorlar. Yere düşen yapraklar onların yaşam kaynaklarını oluşturacak, yiyebilecekleri kadarını alıp, gerisini gübre olarak toprağa bırakacaklar. Doğa kendi içinde çok saygılı ve düzenli aslında. Peki biz aynı saygıyı birbirimize gösterebiliyor muyuz? Yargılamadan kabullenebiliyor muyuz kendi türümüzü? Her şeyin bütünün bir parçası olduğu gerçeğini ve bizim dışımızda kalanların da çok önemli olduğunu, onlarında kendilerini deneyimlemeye geldiklerini anlayabiliyor muyuz gerçekten???